14 Kasım 2012 Çarşamba

Seni duyabilir!

-Demin o elemana ne dedin?
-Daha hızlı çalış dedim.
-Ona ne kadar ödüyorsun?
-Günde 50 lira.
-Ona vereceğin parayı nereden buluyorsun?
-Ürünlerimi satıyorum.
-O ürünleri kim yapıyor?
-O yapıyor.
-Bir günde ne kadarlık üretiyor?
-En fazla 150 liralık.
-Ve sen ona 100 lirayı vermiyorsun. Ama o, senin ona daha hızlı çalış demen için sana günde 100 lira ödüyor ha?
-Ama makineler benim!
-Peki o makineleri nasıl aldın?
-Ürünleri satıp, kazandığım parayla makineleri aldım.
-Peki ya onları kim üretti?
-Kes sesini artık! Seni duyabilir!

6 Kasım 2012 Salı

İşyerleri ve sosyalizm

Dazayn, twitter'da şunu twittlemişti; “Calismamak uzerine methiyeler haz verir. Ama calismak zorundayiz. Onun icin sosyalizm=tatil laflarina aldirmadan,isyerimizde orgutlenelim!


Haklı olarak bize şu soru gelmişti; “sosyalizm herkese is ve daha kısa calışma süreleri ile sosyal ve kültürel aktivitelere daha fazla vakit ayırmayı hedeflemez mi?


Biz de şöyle cevap vermiştik; “Tabi ki. Ama bu calisma olmayacak ya da isyerleri hiyerarsisi ayni kalacak, biz az calisacagiz demek degil ki.” “Baslangicta yeni ekonomik ve isyeri modellerini uygulamak ve kapitalist uretimden daha verimli oldugumuzu gostermemiz gerekecek.

İşsizlik nasıl engellenir?

 
İşsizlik yalnızca zaman zaman başımıza gelen bir dert değil. Çalışırken bile derdimiz. Çünkü işsizlik korkusuyla sesimiz kesiliyor. İşyerlerindeki muameleye karşı çıkamıyoruz. Keyfi ya da sistemli kötü davranışlara laf edemiyoruz. Emir kulu gibi görülmeye isyan edemiyoruz. Üç kuruşa ve verimsizce günde 16 saate varan çalışmaya karşı koyamıyoruz. Artık psikolojik sınırımız neredeyse, gelene ağam, gidene paşam deyip duruyoruz. Gıkımızı çıkarsak, adamlar bizi atar, tazminat bile vermez, ortalıkta kalırız diye düşündüğümüzden susuyoruz.

23 Ekim 2012 Salı

Rönesans'ta sanat ve zanaat


Bu metin 13.08.2012 tarihli dazayn buluşmasındaki "Zanaatkar" konulu
konuşmadan toparlanmıştır.


İkinci Bölüm


Eski sanat ve sanat





Modern sanat ideal ve pratiklerinin evrensel olduğu yanılgısına düşmemek gerekir. Bugün Michelangelo’nun, Mozart’ın veya Shakespeare’in eserlerinden bahsederken, deha ve hayal gücündeki inceliklere değinilmesi, eski dünyadan günümüze sanat anlayışında gerçekleşen köklü değişikliklerin bir sonucu aslında. Bu yanılsamanın bir başka sebebi de “art” sözcüğündeki muğlaklıktan ileri geliyor. İngilizcedeki “art” sözcüğü, şiir yazma, ayakkabıcılık ya da yöneticilik gibi her türlü insanı beceriyi ifade etmek için kullanılan Latince “ars” ve Antik Yunan dilindeki “techne” sözcüklerinden türetilmiştir. Antik Yunan’da modern zamanlardaki sanata karşılık gelen bir kavram yoktur. Techne bütün sanatları da zanaatları da içerir.

21 Ekim 2012 Pazar

"Zanaat direnir"


Bu yazı 13.08.2012 tarihli dazayn buluşmasındaki "Zanaatkar" konulu
konuşmadan toparlanmıştır.



Birinci Bölüm


Buğday Tarlası ve Kargalar, Van Gogh, Temmuz 1890


Bugün neredeyse her şeye sanat diyebiliyoruz.

–      “Yemek yapmak bir sanattır.”
–      “Bu ayakkabı tam bir sanat eseri!”

Gelişen, değişen, dönüşen teknolojik süreçle artık kullanılmayan, nostaljik olan birçok araç gereç, ürün güzel sanat müzelerinde kitlelerin beğenisine sunuluyor. Köyde ekin biçmek için kullanılan bir oraktan su taşımak için kullanılan testiye veya çömleğe kadar birçok eşya, müzelerde sergilendiği gibi, evlerimizin bir köşesinde dekor maksatlı birer sanat eseri olarak yerlerini almaya başladı. Sanattaki bu serbestlik artık modernitenin sanata ve sanatçıya getirdiği özerlik ve bağımsızlıktan çok daha ötede bir yerde.

15 Ekim 2012 Pazartesi

İşyerimdeki savaş

Bulunduğumuz işyerlerindeki çalışan tipolojisi haliyle farklılıklar gösteriyor. Şu an işyerleri özelindeki problemlerin dışında, ülkemizde hiç kimsenin söylemsel olarak dışında kalmak istemediği politik günler yaşıyoruz: Kıdem tazminatı, kürtaj, yeni hayvan yasası, Kürt meselesi ve de Suriye çatışmaları... Her kesim en çok hangi konuda alanına müdahale edildiğini ya da vicdani sınırlarına dayanıldığını düşünüyorsa o konuda aktif bir karşı tutum göstermese dahi, söylemlerinde sivrileşiyor.


Şu an çalıştığım işyerinde islami-muhafazakar kanat çoğunlukta ve dolayısıyla hakim söylemi onlar belirliyor. Kendi içlerindeki cemaat-AKP bölünmesi dışındaki konularda, özellikle ahlak ve yerleşmiş kültüre ilişkin konularda aynı söylem ve hareketlerde bulunuyorlar.


Gerçeğin manipülasyonunu her kesim seviyor, islamcilar da bu konuda oldukça yetenekliler. İslamcılar derken sadece AKP ve cemaat menşeli  muhafazakar çevreleri kastediyorum. AKPnin sermayeyle olan ilişkisi ne yazık ki muhafazakar tabanın, toplumun her yerindeki rolünü de belirliyor: Yerine göre milliyetçi, yerine göre tüm halkları kucaklayan hümanist-enternasyonel bir topluluk gibi davranabiliyorlar... Eskiden hak, adalet, vicdan üzerinden ortaklaştırıcı-herkese kucak açan ve çok da sivrilmeyen söylemlerle iyi kötü her yerde kendine yer bulabilen hümanist-müslüman arkadaş ve çalışanlar, kendi egemen oldukları iş yerlerinde ‘egemen söylem’ avantajını ve üstünlüğünü kullanıp, iktidarın ve çoğunluk olmanın da gücünü arkalarına alıp Türkiye’nin Suriye müdahalesine ‘nefsi müdafaa’; ‘600 yıldır o toprakları biz yönettik’ ya da ‘elimiz armut mu toplayacak bize saldırılırken’ argümanlarını savunurken çok da hümanist davranmıyorlar. Oysa siz değil miydiniz adaletin, hoşgörünün ve vicdanın kalesi!

14 Ekim 2012 Pazar

Performans görüşmelerine doğru




Yıl sonuna yaklaşıyoruz. İşyerlerinde performans görüşmeleri şimdiden gündem olmaya başladı. Zaten yılın üçüncü çeyreğinden sonra beyaz yakalılarda kendini göstermek için çabalayanlar artmaya başlar. Mailler artar ve bol cc'li olur. Her işin uzmanıymış gibi davranırlar, “bilmiyorum” sözünü ağızlarına almazlar. Yine de sinir katsayıları yüksektir, eğer bir hata yaparsanız birçok kişi size laf etmek için kuyruğa girer. Ama biz, bu davranışları onaylamıyoruz değil mi? Peki biz ne yapacağız? Tabii ki, birbirimizi koruyacağız. Başkasını ezmeden, tam tersine birbirimizi kazanarak ilerlememiz gerekiyor. Ama bunun için önce “biz”i icat etmemiz, yaratmamız, inşa etmemiz gerekiyor.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Bazı problemler üzerine



İş yerleri ağlarını, cemaatimizi, topluluğumuzu, adına ne derseniz deyin, kurarken şu ana kadar karşımıza çıkan engellerin bir tasnifini yapmak gerek. Şunu belirtmek gerekir: Ağları inşa görevine henüz sendikası olmayan, geliri çalışanların ortalamasının üstünde olan beyaz yakalı iş yerlerinde başladığımız için anlatacağımız problemler buralara özgü olabilir. Ama henüz oralarda etkimiz olamasa da, benzer problemlerin mavi yakalı ya da karma iş yerlerinde de olduğunu biliyoruz.


İlk problem istikrar. Kurduğumuz ağın, bir sinir sistemi gibi çalışması gerekiyor. Yani düzenli aralıklarla ağımızın/cemaatimizin her bir bireyine ulaşmak. İş yaşamı zor. Molalarda ve öğle yemeğinde yanyana geliyoruz. Bunlar dışında geceler ve hafta sonları yanyana gelebiliriz. Oysa ağın kendi mantığı gereği gün içinde birbirimizle haberleşecek yollar bulmak gerek. Yoksa olaylara, ağımız dışındakilerin tartışmalarına sıcağı sıcağına müdahale etmek imkansız olur. Grev anında yerden bitiveren kimlik solcularına benzeriz. Sonuçta, günlük olamasa bile her bir bireyimize ulaşmak ve ondaki bilgileri moda deyimle “güncellemek” zorundayız. Yoksa, bazı arkadaşlarımızın hayatın akışı içinde uzaklaşmaları an meselesi.

Nefret yetmez



 “İhtiyacımız olan şey nefret. Fikirler nefretten doğar.”
                                                                                    Jean Genet


İnsanlık tarihi boyunca varolandaki bozukluklara duyulan nefret ve öfke, kimi zaman gerici akımlara (1930’larda faşizmin yükselişi, İran devrimi vb.), kimi zaman da ilerici hareketlere (Fransız devrimi, Ekim devrimi) sebep olmuştur. Tüm bu örneklerde nefretin şu ya da bu şekilde yeni fikirlere ve hareketlere sebep olduğunu görebiliyoruz. Bu sebeple yukarıdaki söz 1990’lara kadar olan süreç için doğru olmakla birlikte, daha sonrasında; sosyalizm olduğu iddia edilen pratiğin iyi sonuçlar vermemesi, tek kutuplu dünya düzeni, küreselleşme ve neoliberalizmin olumsuz etkileri zamanın ruhunu farklı bir yöne çevirdi.





Bugün kapitalizmin yaratığı sosyal eşitsizliklere ve çevresel problemlere karşı nefret hisseden ve durumdan rahatsız geniş kitleler mevcut. Fakat bu nefretin fikre dönüştüğüne nadiren şahit oluyoruz. Son 20 yıldır yaşanan akıl tutulması, sosyalistleri de yakaladı. Halen çevremiz sosyal demokrasinin, Keynesçi doktrinlerin ya da Stalinizmin, insanlığın aradığı refahı getireceğini düşünen, geçmişe takılıp kalmış ve bugünün ekonomik koşullarına ayak uyduramayan solcu müsvetteleriyle dolu.  Öyle ki işçilik kavramını, mavi yakalılarla kısıtlayıp, beyaz yakalıların orta sınıf olduğunu ve bir sınıfsal mücadelenin parçası olamayacağını düşünen, Fordist üretimden ötesini kavrayamamış ve gazete satarak devrim yapma hayalleri kuran bir sol hala egemenliğini korumakta.

16 Eylül 2012 Pazar

Geleceği kazanmak


Eğri oturup doğru konuşalım. Bugünü kaybettik. Bu durumu hazmetmek gerek. Kimse çıkıp da “şöyle kazanımlar var, böyle direnişler var, böyle böyle olaylar var” demesin. Bu olanlar ya hayal ürünü, ya abartma, ya da onlara kazanım denemez bile. Kimse THY'de olanlar için “kazanım” diyemez. Kimse Tekel işçilerinin bütün direnişlerine rağmen işlerin yolunda olduğunu söyleyemez. Kimse tek tek, birey birey “direniş” yapanları bize örnek göstermesin. Bunlar arasında tek istisna, gerçekten mütevazi ama olağanüstü kararlı adımlarla bir kazanım elde etmiş olan Gaziantep tekstil işçileri.
           
Kazanmaya başlamanın ön koşulu bugünü kaybettiğini itiraf etmektir. Eğer etmezsek, kendiliğinden bir hareket canlanana kadar abuk subuk kahramanlık zırvalarına tav olacağız ve o hareket geldiğinde onu doğru yerlere ilerletecek azıcık akıl bile kalmamış olacak kafamızda. Çünkü hayal dünyasında yaşamaya devam etmiş olacağız.


Peki geleceği nasıl kazanacağız?

4 Eylül 2012 Salı

Kıdem tazminatında tehlike geçmedi


30 Ağustos 2012/Aziz Çelik-Birgün

Haber, “Bayram öncesi çalışanlara ‘kıdem tazminatı’ müjdesi” başlığıyla Hürriyet’in sürmanşetinde yer aldı (18.8.2012). Başbakan, Bakanlar Kurulu toplantısında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’e “artık kıdem tazminatı konusunu gündeminizden çıkarın” demiş, Bakan da bu haberi kendisini ziyaret eden Türk-İş Genel Sekreterine müjdelemiş.


Ertesi gün konuyla ilgili soruları yanıtlayan Başbakan Erdoğan ise hükümet olarak bu yönde verilmiş bir kararları bulunmadığını söyleyerek, "kıdem tazminatı konusunda işçi sendikaları ile işveren sendikaları anlaşırlarsa, o zaman biz gerekli adımı atarız. Ama onlar anlaşamadığı sürece biz bu olayın içerisinde, bu programın içerisinde yer almayız" dedi (Hürriyet, 19.8.2012).

21 Ağustos 2012 Salı

Pratik bir anlaşma deneyimi


 
İş yerimde insanlarla samimi olmaktan, çok daha güçlü bağlar yaratan bir deneyim anlatacağım.            
           
Bizim şirketin zaman zaman krizleri vardır. Her şey iyi gidiyor derken, bir anda tepetaklak olabilirsiniz. Hiç belli olmaz. Sarsıntı bir süre devam eder. Bazen insanlar atılır. Bazen atılmaz. Bu da insanlarda moral bozukluğu yaratır. Ama uzun süre çalışmışlar bu duruma alışıktırlar.

Yine böyle bir sarsıntı sırasında, o güne kadar birlikte çalıştığım ve iş sebebiyle günümün 10 saatini birlikte geçirdiğim bir iş arkadaşımla konuşuyorduk. İkimiz benzer işleri ve hep birlikte yaptığımız için birimize yol verme olasılıkları vardı. Böyle durumlarda insanlar rekabet sebebiyle birbirlerine düşman kesilebilirler. Hatta birbirlerinin kuyusunu kazmaya çalışabilirler. Bu sohbet sırasında, arkadaşım herhalde benim niyetimi de yoklayacak şekilde konuyu açtı. Biraz yönetime kısık sesle sayıp sövdükten sonra, ona şöyle bir teklifte bulundum:

17 Ağustos 2012 Cuma

Ya Sonra?

İş yerleri ağlarının gelişimine ilişkin bazı perspektifler

Mavi ve beyaz yakalıların çalıştıkları iş yerlerinde, giderek zayıflamakta olan iş yerleri topluluklarını yeniden canlandırmaya çalışmanın temel mantığını ve gelecekteki olasılıkları incelemek istiyoruz.

Ekonomik olanın geri çekildiği, kimlik politikalarının her şeyden önemli hale geldiği uzunca bir zaman diliminde yaşadık. On yıllardır muhalefet ve iktidar politikaları, bu kimlik politikası mantığına uygun olarak gelişti. Çeşitli kimlikler birbirleriyle savaştı(1), çeşitli kimlikler iktidarlara geldi (Obama, İslamcılar, Hıristiyan demokratlar vs.) çeşitli kimlikler kendi haklarını alabilmek için mücadele etti (Kürtler, Latin Amerika yerlileri, eşcinseller vs.). Tüm bu kimlik mücadeleleri yüzyıllardır temizlenememiş sorunları çözme amacıyla ortaya çıktılar ve mücadeleleri devam ediyor. Bunun neden böyle olduğunu daha önceki bir yazımızda anlatmıştık.(2) Günümüzde giderek derinleşen krizler içinde yaşıyoruz(3) ve bu krizlerin nedenleri ve çözümleri kimlik politikalarında değil, ekonomi politikalarında. Kimlik politikalarının bu kadar öne çıkışı, ekonomi politikalarının bastırılmasının bir geri dönüşü olarak okunabilir. Aynı zamanda geçmişte temizlenmemiş kalan ve günümüze miras kalan sorunlar olarak da okunabilir. Ama açık ki, bu geri dönüş, bu kötü mirasın temizlenmesi bizim ana sorunumuzu çözmüyor. O halde yapılması gereken, ekonomi politikalarını yeniden yüzeye çıkarmak; aynı bir psikanalistin yüzeyde olanın altındaki travmayı ortaya çıkarmaya çalışması gibi. Bunun için kimlik politikalarının öne çıkarıldığı on yılların insanların kafasında yarattığı düşüncelerin adım adım değiştirilmesi gerekiyor.(4) İster kendi kazanımlarını korumak ya da geliştirmek için çalıştığı sektörle ilgili düşünceleri olsun, isterse amacı “dünyayı kurtarmak” olsun, organize olmanın gerekli olduğunu düşünen herkesin ilk önce bu engeli aşacak çareler bulması gerekiyor.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Kölelik üzerine


Herkes köle gibi çalışmaktan şikayetçi.  Etraf,  ne amaçla yaptıklarını, kime&neye faydasının olacağını bilmedikleri bir ürünün üretilmesinde, ulaştırılmasında, pazarlamasında ya da satışında çalışarak geçimini sağlayan ama çalışmasının karşılığını hiçbir zaman alamayan insanlardan geçilmiyor. Durumundan memnun birkaç tatlı limoncu, koşulları haklı bulan biraz daha fazla sayıda şuursuz ve daha çok çaresizliği öğrenmiş bir bezginler ordusu var. Bir şeylerin yapılması gerektiğini düşünenler de var; iş saatleri dışında günün geri kalan 1-2 saatinde harcadıkları zaman, enerji ve inançla çözüm üretmeye çalışıyorlar. Part-time devrimcilik yapmalarına rağmen bu çalışmalara tamamen yanlış diyemeyiz, ancak bu zamana kadar koşullarımızda bir değişim yaratmadığı da aşikar. Hatta tersine bir hareket söz konusu; kazanımlarımız artmıyor, her yıl var olandan, hazır olandan biraz daha yiyoruz.

Robot Maria, Metropolis (1927)
18. yy'da gerçekleşen sanayi devriminden bu yana kademeli olarak dişleri arasına girdiğimiz kapitalist sistem içinde, ne ürettiğimizi, ürettiğimizin kime&neye faydasının olacağını bilmeden çalışıyoruz. İşimize kayıtsızlaştırıldık. Yükselen fabrikaların gölgesi altında ellerimiz ile kafamızın arasına karmaşık iş akış sistemleri, hiyerarşi zincirleri girdi. Ve bu akış içinde hayal gücünden yoksun bırakıldık, kaybolduk, buyrulanı yapan birer insan otomatlara dönüştük. 

Hayal  gücünden yoksun, yaratımdan uzak, işimize kayıtsız, makineleşmiş ruhumuzla şuursuzca çalıştığımız her geçen gün bizler birer köleyiz. Çünkü kölelikte işi sahiplenme, ona kendinden bir şeyler katma söz konusu değildir. Ne az, ne de çok; köle buyrulan kadar çalışandır, itaat-onay mekanizmasıyla hareket eden canlı bir otomattır. (1) 


Bazılarımız sisteme karşı durmak için çalışmaktan kaçarak ya da işe kendinden bir şeyler katmadan, salla başı al maaşı mantığında çalışarak pasif agresif bir tutum içine giriyor. Çalışmayarak sistemi yıkacağını sanan bu arkadaşlar bilmeliler ki, pasif agresif davranışlar bizleri sadece daha iyi birer köle haline getirir. Makineleşmiş ellerimizle, yaratımdan uzak kalmış ruhumuzla, gösterileştirilmiş, estetikleştirilmiş tüm varlığımızla sadece buyrulanı yaptığımız, buyrulmadığı zaman yan gelip yattığımız sürece, yönetilmek için tasarlanmış otomatlara dönüşmekten kurtulamayacağımızın artık kabul edilmesi gerekiyor.

9 Ağustos 2012 Perşembe

Neden sürekli gizlilik diyoruz?

Hangi patron ya da onun vekili olarak müdür, sizin şirkette herkesin gözü önünde adım adım içeride bir ağ yapısı kurup, giderek onlara karşı sistemli muhalefet etmenize izin verir? Cevabı çok açık: Hiçbirisi. Ama bir iş yerinde sendika getirmeye çalışmak, tamamen kanunlar çerçevesinde tamamen yasal hakkımız değil mi? Evet, ama onlar bunu kabul etmiyorlar. Kabul etmeleri için devlet gücünün bizden yana tavır alması gerek. Sizce bunun ihtimali var mı? Yani yasal haklarımızı bile mücadele etmeden, emek vermeden kazanamıyoruz.

O halde müdürlere, patrona karşı kendinizi korumanız gerekiyor. Yeterli çoğunluğa ve tabii ki kolektif adım atma yeteneğine ulaşmadan yaptığınız şeyin bir ağ kurma, bir cemaat yaratma girişimi olduğundan olabildiğince az haberdar olmalılar. Bu işin ABC'si.1

Bizler bireysel kahramanlar olamayız. Çünkü kolektif bir iş yapıyoruz. Bizden zenginden çalıp yoksula veren bir Robin Hood çıkmayacak.2 Bizden kolektif kahramanlar çıkacak. Birey birey efsaneler problem demektir. Çünkü birileri mitleştiriliyor, mistifikasyon yapılıyor demektir. O halde tüm sol düşünceyi yıllar yılıdır kaplayan bu sol kahraman yaratma hevesi neden? Nedir bu bireysel kahramanlara duyulan hayranlık? Çocuk masallarından çıkamamış, olgunlaşamamışlık mı? Yoksa kolektif kahramanın nasıl olacağını bir türlü anlayamayan gelişmemiş kültür mü?

5 Ağustos 2012 Pazar

İş yerlerinde ağımızı nasıl genişletebiliriz?


On yıllardan beridir Türkiye’de muhalefet hep iş yerleri dışından muhalefet yaptı. İş yerlerinde politika yapmak, kendi hakkını korumak isteyenler hep azınlıkta kaldı. Kendi hakkını savunmak, işverene karşı, onun desteklediklerine karşı iş yerinde muhalefet etmek “ekonomizm” olarak kenara atıldı. Bu insanlara göre sokak, gösteri her şey demekti, kutsaldı, eleştirilemezdi. İş yerleri, fabrikalar, ofisler, atölyeler, madenler ise Kaf dağının ardındaki masal mekanları idi. Artık bu durum değişiyor. Çünkü artık muhalefetin eski taktikleri işe yaramıyor.

İş yerlerinde politika yapmak isteyenler ise hep kendiliğinden muhalefeti toparladılar. Bazıları muhalif-solcu bir “duruş” sergileyerek insanların kendiliğinden gelmesini beklediler. Bazıları ülke sorunlarından, o iş yerine özgü problemlere kadar birçok şeyi anlatarak insanların yanyana geleceğini düşündüler. Bazen işten atılmalar başlayınca ya da ülkede büyük olaylar olmaya başlayınca reaksiyon gösterildi. Ama çoğunlukla bu durumlar yenilgiyle noktalandı. Çünkü hazırlıkları yoktu, aralarında örgütlenme yoktu, bir ağları, birbirlerini koruyacakları cemaatleri yoktu. Yaptıkları ya hamasi nutuklar çekmek ya da histerik kışkırtmalar yapmaktı.
Yapamadıkları noktada tek başlarına bile “grev”e gittiler. ATV grevinde, IBM grev girişiminde vs. onlarca iş yerinde tek başına “greve”, “direnişe” başlayan oldu. Direniş çadırlarında dışarıdan gelen muhalifler vardı. Ama orada çalışan diğer insanlar yoktu.

Bu tutumların tümünün dezavantajı sadece reaktif olmaları, aktif olmamalarıdır. Yani bu tutumlarda esas olan iş yerlerindeki bir topluluk,

Kıdem Tazminatı Yasası


  • Bu yasanın asıl amacı, ne AKP’nin bizim tazminat paralarımıza göz dikmesi, ne konut sektörü ne de başka bir şey. Bu yasanın asıl amacı İŞVERENLERİN ÇALIŞANLARI TOPLU İŞTEN ÇIKARIRKEN RAHAT ETMELERİNİ SAĞLAMAK. Bu yasayla işverenler tazminat paralarını taksit taksit ödeyecekler. Böylelikle işten çıkarma anında, toplu para ödemek zorunda kalmayacaklar. 


  • Toplu işten çıkarmaların kolaylaştırılması dışında kalan her şey, patronlara düşen payın azaltılmasından devletin katkısına kadar her şey, AKP tarafından geri alınabilir. Yerlerine iştah açıcı şeyler konabilir. Bu yasayla Kıdem Tazminatı bir emeklilik şekline dönüştürülüyor. Oysa hepimiz SGK'lıyız zaten. Dolayısıyla, bizim önümüze bizim için avantajlı gibi gelen çok şey çıkartılabilir. 
KANMAMALIYIZ, İŞ ARKADAŞLARIMIZIN KANMASINA İZİN VERMEMELİYİZ! 



  • AKP bu yasanın kabulü için çeşitli taktikler deniyor. Birincisi Havuç-Sopa.
    İkincisi “iti ite kırdırma”. Yani tazminatını alanlara karşı alamayanları çıkartmaya çalışıyor. Oysa alamayan çalışanları düşünseydi, tazminat vermeyen patronları, SSK ödemeyen, kayıt dışı işçi çalıştıran patronları hapse atıverirdi. Üçüncüsü,

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Kariyer üzerine birkaç düşünce - Bölüm 2

Ne yapabiliriz?

 

 

Dediğimiz gibi "etik çözüm" gerçekten işe yaramaz bir silah. Ama elimizde daha büyük silahlarımız var. Öncelikle zaman. Yıllar geçtikçe kariyer sözcüğü daha da anlamsız hale geliyor.
Çünkü 1970'lerden sonra teknoloji devrimiyle birlikte giderek büyüyen ve her türlü işi yapan, gerçekten büyük paralar kazanan mühendis karakteri ortadan kalkıyor. 1970'lerden 1990'lara kadar mühendis olarak çalışan nesiller giderek tasfiye oluyor. Daha 1990'larda hem kendi aralarında hem de toplumun diğer kesimlerine oranla daha rahat geçinen mühendisler giderek azalıyorlar. Mühendislerin sayısı mı azalıyor? Tabii ki hayır. Ama gerçek şu ki, mühendislerin sayısı arttıkça ve şirketler daha teknik işlere yöneldikçe, mühendis camiası kendi içinde homojenleşirken diğer çalışan kesimlere ve bir bütün olarak işçi sınıfına yaklaşıyor.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Kariyer üzerine birkaç düşünce - Bölüm 1

Kariyer özlemi beyaz yakalıların örgütlenmesi önünde en büyük engel gibi görünüyor. Birbirleriyle dalaşanlar, yanındakini ezmeye çalışan kişilikler, ayarı kaçmış rekabet vs... Bu durum yalnızca bir "title" rekabeti olsaydı bizi o kadar da rahatsız etmezdi. Bu işe kafayı takmışları basitçe dışlardık ve örgütlenmemize bakardık.


Gerçekten de toplumda birçok "kendini özel hissetme" mekanizması mevcut. Yüksek gelir seviyesinde araba-lüx yaşam olanakları rekabeti varken, orta gelir seviyesinde saat markalarından giyilen giysilere ve daha da düşük gelir seviyesinde cep telefon markalarına kadar bir çok "Kendin ol!", "Diğerlerinden farklı ol!" mekanizması mevcut. Problem bu özlemin gerçek gelirlere de etkimesi. Yani diğerlerini ezip, üste çıkarsanız gerçekten de geliriniz artar. Bu da birçok insana, müdürünün gözüne girmek için yanındaki çalışanı ezmede yeterli bir neden sağlıyor.

24 Temmuz 2012 Salı

Manifest


Burada Olmak: Yeni bir yol bulabilmek için...

Olduğumuz yerde sayıp durmuyoruz; marjinalleşiyoruz. İktidarın kazandığı güçle bir şeylere etki etme gücümüz her geçen gün azalıyor. Bir kanun çıkıyor, durduramıyoruz; bir saldırı geliyor, ne kadar bağırıp çağırsak da, o saldırıyı püskürtemiyoruz. Ne parlamenter siyaset, ne sokak siyaseti işe yarıyor artık. Durumu fark edenler, ittifak siyasetleriyle bir şeyler yapma peşinde olsalar da, siyasetleri hiçbir işe yaramıyor. Çünkü güçleri gerçek güce dayanmıyor. Yalnızca gürültü çıkarabiliyor.