24 Temmuz 2012 Salı

Manifest


Burada Olmak: Yeni bir yol bulabilmek için...

Olduğumuz yerde sayıp durmuyoruz; marjinalleşiyoruz. İktidarın kazandığı güçle bir şeylere etki etme gücümüz her geçen gün azalıyor. Bir kanun çıkıyor, durduramıyoruz; bir saldırı geliyor, ne kadar bağırıp çağırsak da, o saldırıyı püskürtemiyoruz. Ne parlamenter siyaset, ne sokak siyaseti işe yarıyor artık. Durumu fark edenler, ittifak siyasetleriyle bir şeyler yapma peşinde olsalar da, siyasetleri hiçbir işe yaramıyor. Çünkü güçleri gerçek güce dayanmıyor. Yalnızca gürültü çıkarabiliyor.


Sendikalar tamamen kayıpları azaltma peşinde. Hatta bunun için, kaybedeceklerine kesin gözüyle baktıkları her şeyi bir an önce feda etmeye hevesliler. Yeter ki, koltuklarına dokunulmasın. Yalnız kendilerini o kadar mecalsiz hissediyorlar ki, gösterileri bile yalnızca güçsüzlüklerini gösteriyor. Halleri insanda acıma hissi doğuruyor. Sendikaların çalışanların haklarını korumak için yaptıklarını iddia ettikleri gösteriler yapılması gereken ana işin üstünü örtmek için tasarlanmış bir öfke tahliye sistemi gibi çalışıyor. Bu süreç bir hakka saldırılmasıyla başlıyor. Bunun üzerinde sendikalar önce grev tehditleri ile ortaya atılıyorlar. Sonra, birkaç yerde, özellikle yorucu olsun ve insanlar bir şey yaptıklarını düşünsünler diye Ankara'da gösteriler tertipleyerek yakında gerçekleşecek olan yenilgilerine hazırlık yapmış oluyorlar. DİSK Türk-İş'i, sendika bürokratları birbirlerini, sosyalistler sendika bürokratlarını suçluyor. Bu sürecin tek istisnası Tekel direnişine destek olmak için 4C karşıtı “genel” grev ve geçenlerde KESK ve Tabipler Odasının öncülüğünde yapılan grevden az-gösteriden fazla eylem. Orada da istediğimiz kadar genel grev güzellemesi yapalım, gerçek bir genel grevin yanından bile geçemedik. En son “genel grev” de iz bırakmadan geçiverdi. Tabii bu arada DİSK'in, TMMOB'un arada bir düzenlediği ve içi boş gösterileri de saymadan geçmeyelim.

Bu manzarada biz muhalif insanlar, hala olmayan güçlerimizle yine de işe yaramaz gösteriler örgütlemeye çalışmaya devam ediyoruz. Bütün dünyada grevlerin, gösterilerin haddi hesabı yokken, Türkiye'de bizler hala solculuk oyunu oynuyoruz. Bizi şelaleye sürükleyen akıntıya karşı yüzüyormuş, canla başla mücadele ediyormuş gibi davranıyoruz. Oysa yalnızca kendi kendimizi kandırıyoruz.

O halde ne yapacağız?

Hükümetin hoşuna gitmeyecek, onu toplumdaki muhalefetle pazarlık yapmak zorunda bırakacak bir yol bulmamız gerekiyor. Tabii ki, gerçek kitle grevlerinden bahsediyoruz. Yani AKP'ye ve onun hem koruduğu hem de dövüşüyormuş gibi yaptığı zenginlere acı verecek, onları yönetemez hale getirecek ve onlara geri adım attıracak ya da en azından bizimle pazarlık yapmak zorunda bırakacak tek gerçek ihtimalden.

Önümüzde, yakında ucuz iş gücü piyasalarını da ve dolayısıyla Türkiye'yi de etkileyecek bir global kriz sürüyor ve görünen o ki, Türkiye bu krize AKP ile girecek. Ve bizim henüz kendimizi koruyabileceğimiz hiçbir aracımız yok.

Problemin adını koymak gerek: Bizim güçsüzlüğümüzün nedeni, bizim “tarafın” güçsüzlüğü değil, var olmaması. Çalışan sınıf bireysel tepkiler haricinde hiçbir tepki veremiyor, bir sınıf olarak var olamıyor, egemen olan fikirlere tamamen bağlı durumda. Bireyler, belki marijinal sol ve daha çok da islamcı cemaatlerden oluşuyor.

Peki bu durumu nasıl aşacağız?

1989-90 Bahar eylemlerinden ve ardından 1994-96 KÇSK-KESK sürecinden beri her şey gösteriyor ki, çalışan sınıfın yeniden sınıf tepkileri verebilmesinin tek yolu çalışan sınıflar içindeki muhaliflerin işe sıfırdan başlayıp, iş yerlerinde örgütlenmeyi önlerine koymaları. Zizek'ten alıntılarsak, her şeye yeni baştan başlamak. Ancak bu şekilde sınıfımızın yeniden sınıf refleksleri göstermesi, kendi çıkarlarını karşı tarafa dayatabilmek için harekete geçmesi mümkün olabilir. Ancak bu şekilde kitlesel grevler ve hatta sokak hareketi inşa edilebilir. Ne gösteriler, ne meclis kürsüsü, ne gazeteler, ne basın, ne kışkırtma, ne sokak çatışmaları bu işe yeterli.

Yıllardır muhalif kesimler iş yerlerinden adım adım geri çekildiler. İdeolojik baskı o kadar başarılı oldu ki, Gorz'un Elveda Proleterya'sıyla dalga geçenler bile iş yerlerini unuttular. Sendikalar adım adım fabrikaları, madenleri kaybettiler. Akıllarına yeni yeni gelişen ofisleri örgütlemek gelmedi bile. Kaybetmedikleri her örnekte taviz vere vere düzensizce geri çekildiler. Böylece var oldukları yerlerde içi boş kurumlara dönüştüler. Bu konuda söylenecek çok söz var. Ne var ki Eğitim-Sen'in geri çekiliş öyküsü en bilineni: Yıllarca yüzbinlerce öğretmeni, eğitimde çalışan devlet memurunu örgütleyen bu sendika, kendi iş yerlerini kaybettikçe, iş yerlerinin sorunlarına daha da duyarsız kaldı. Duyarsız kaldıkça daha da çok yeri kaybetti. Ve çalışanlarla bağını kaybede kaybede bir dernek sınırları içine kadar daraldı. 21 Aralık grev girişiminde Eğitim-Sen'in katılımına iyi diyebilmek mümkün mü? Oysa mesela KÇSK süreci çok iyi gösteriyor ki, ancak iş yerlerinde yapılan, başlangıçta gözle görülmeden ilerleyen çabalar bir çalışan hareketini var edebiliyor. Ne ekonomik krizler, ne de büyük saldırılar.

Gösteriş kültürüne son!

En “işçici” organizasyonlar bile günümüzün gösteri kültürüne karşı koyamadı. Oysa kendilerine sosyalist diyenlerin, kapitalist ilişkilerin kurulduğu yerlerde, yani fabrikalarda, atölyelerde, inşaatlarda, madenlerde, ofislerde mücadeleden çekilmesi kadar korkunç bir durum düşünülemez. Kapitalizm sokakta kurulmaz, dağlarda kurulmaz, burjuva gazetelerinde, partilerinde, örgütlerinde kurulmaz. Kapitalizm üretim ilişkilerinin ortaya çıktığı yerlerde kurulur. Ekmeğin, cep telefonunun, ev eşyalarının, binaların, hizmetin yapıldığı yerlerde kurulur. Tam da kapitalistlerin istediği gibi, sosyalistlerin kapitalist ilişkilerin asıl ortaya çıktığı yerleri terk etmeleri, üstelik sol eğilimli insanları da kendi iş yerleri dışında her yere çağırmaları günümüzdeki mücadelesizliğin nedenlerinden biri değil midir? İş yerlerinde kimi zaman kelimenin tam anlamıyla sinsice, kimi zaman açıktan ve yüreklice insanları kendi hakları için mücadeleye çağıramayan bir sol mücadele biçimi ile karşı karşıyayız. Hedefsiz ya da başarı şansı sıfır olan gösterilerden medet uman bir sol elbette bu güçsüzlüğün, bu çaresizliğin içinde kıvranacaktır. İdeolojik mücadele vermek için “devletin ideolojik aygıtlarını” iş yerlerindeki ilişkilerin dışında arayanlar, kapitalistlere tam da bu güzel hediyeyi verdiler.

Solun geri çekiliş öyküsünün nedenlerini iyi anlamak gerekiyor. Yaklaşık 20 yıldır tüm dünyada ekonomik olana görece ilgisizlik ama kimlik politikalarına görece olağan üstü bir ilgi var. Çalışma yaşamında olan şeyler dile getirilemez hale geldi. Politika bu işlerle ilgilenmezmiş gibi davranıldı. Günümüzde fabrikanızda usta başı size bağırırsa bu politikanın içine girmiyor. Ama bir kimlik içindeyseniz ve size kötü davranılırsa bu tam da politikanın merkezinde sayılıyor. Grevler artık gazetelerin politika sayfalarını değil, ekonomi sayfalarını süslüyor. Çalışanların zam oranları, çıkarılma korkuları, iş yerlerinde inanılmaz iğrenç davranışlar, teknik yetersizlikleri ucuz iş gücüyle aşma vs. hep ortak bilincin dışında bırakılmaya çalışıldı. Hayatımızın en az 3'te birini kapsayan çalışma yaşamı siyasi düşüncelerimizden silindi. Nasıl muhafazakarlar için kadını döven erkek, aile içi bir sorunsa, iş yaşamı da neredeyse bütün toplum için fabrika patronunun sorunu olarak görüldü. Bunun sonuçlarını he rgün yaşıyoruz. Mesela CNC tezgahı bildiği için yönetim kadrosuyla yemek yiyip bununla övünen mavi yakalılar, toplantıda göz boyamak için birbirlerinin açıklarını kollayan beyaz yakalılar ve diğer yandan da 8 ila12 saatini sevmediği bir iş için patronuna sattığını düşünen, bu şekilde iş yaşamının sorunlarına sonuna kadar duyarsız kalmaya çalışan çoğunluk. Yani ekonomik olanın politik arenadan geri çekilişi.

İş yerlerinde örgütlenmeye...

Tüm bu çıkmazların aşılabilmesi için iş yerlerinde yeniden örgütlenmeye çalışmanın tek yol olduğunu düşünüyoruz. Ama bu yola ilişkin hayalci olmamak gerekiyor. Yıllardır, yaşanan bu geri çekilmeye rağmen, türlü türlü gruplar, onlarca örgüt, parti bu iş için hayatlarını harcadılar. Kimileri işçi çalışması adı altında okuduğu okulu bırakıp fabrika çalışmalarına katıldı, kimileri hayatını bu uğurda heba etti. Öğrenci kökenlilerin marjinal de olsa bir bölümü bu amaç uğruna gerçekten ter döktü ve bedel ödedi. İşçi sınıfı içinden çıkanlarsa kendi kötü hayatlarına bir de muhalif olmanın zorluklarını, polis takibini, işten atılmaları, sosyal yalıtılmayı eklemek zorunda kaldılar. Hepsinin ortak özelliği kendilerini işçi sınıfının, çalışan sınıfların dışından görmeleri ve işçi sınıfının “içine” girmeye çalışmalarıydı. Öğrenci kökenliler başka bir sınıftan “iltica” ediyorlardı; işçi sınıfından gelenlerse muhalif olmanın zorluklarıyla başa çıkabilmek için kendi yerlerini sınıfın dışında, onların kurtarıcısı olacak şekilde konumlandırıyorlardı.

Hep “başkalarının” grevlerine, “başkalarının” direnişlerine destek olmak için ziyaretlerde bulunduk, para topladık, yardım geceleri düzenledik. Dışarıdan bir tür “kurtarıcı” olarak o grevlere gittik. Oralarda kimi zaman üstürupsuz bir şekilde “dışarıdan bilinç vermeye” çalışanlardan tutun, göstere göstere adam kafalamaya gelenlere kadar birçok solcu tipolojisini görmek mümkündü. Sendika bürokratlarının grevin kendi kontrollerinden çıkacağı endişesiyle yaptıkları kışkırtmalarla, polisin ve işverenin böyle durumlardaki “ajanlık” faaliyetleri de eklenince grevi yaşayan işçilerde bu dışarıdan gelenlere karşı onlarca ön yargı oluşuyordu. Bu ön yargıların hepsinde de haksız sayılmazlardı. Ardından hala süren değişimler ortaya çıkmaya başladı. En göze çarpanlarından birisi, birçok “direniş” ve hatta “grev”in, bazen yalnızca bir kişinin katılımıyla yapılmasıydı. Yani kolektif bir faaliyet, uzun erimli rasyonel planlar yerine yalnızca bir bireyin, egemenlerin hukukuna güvenerek attığı adımla öne çıktı. Kulağı işçi hareketinde olan her sosyalist bu tür örnekleri duymuştur. Tabii başka kimse olmadığı için zorunluluktan başlatılan bu tekil “direnişler”, popülerleştikçe günümüzün gösteri kültürünün ve burjuva kahramanlık destanlarının etkisindeki sosyalistleri de tek başına “direnişler” yapmaya doğru evriltti. Bu sosyalist kahramanlar, bazen bir fabrikada ve hatta kocaman bir organize sanayi bölgesinde milim milim ilerleyerek yapılan büyük bir sendikalaşma çalışmasının durdurulmasına ya da en azından sendikacıların insafına terkedilmesine yol açtılar.

Ama tüm bunlar olurken işçi sınıfı/çalışan sınıf o yıllar boyunca değişti. Daha önce başka sınıflardan sayılan katmanlar işçi sınıfına doğru indi. Gramsci'nin söyleyişiyle “proleteryanın organik aydınları” gerçekten proleterleştiler. Örneğin mühendisler hem sosyal konum, hem ücret, hem de daha önemlisi çalışma şekli olarak klasik proleter hale geldiler. Bu süreç hala devam ediyor. Avukatlar yakın gelecekte büyük şirketlerde daha fazla istihdam edilecekler. Birçok doktor sistemin işleyişi sebebiyle daha da alt konuma itiliyor. Dolayısıyla eskinin muhalif öğrencileri işe girdikleri andan itibaren kendilerini çalışan sınıfların içinde buluveriyorlar. Fabrikalarda teknik liselerden mezunlar uzun yıllardır normal liselerden mezun olanlardan daha üst konumda tutuluyorlardı. Yalnızca CNC tezgahını bilmek bile hiyerarşide sizi yukarıya taşıyabiliyordu. Şimdi giderek bu konumlar aşınıyor. Özellikle büyük fabrikalarda eski nesil emekli oldukça yeni kuşaklar tüm huylarıyla ortaya çıkmaya başlıyorlar. Bu kapitalizmin boom devrinde hiyerarşiyi ayakta tutmak ve eğitimle sağlanan daha nitelikli emeği satın alabilmek için harcanan paraların, yaşadığımız kriz dönemlerinde harcanamadığını, çalışan sınıfların kendi aralarında ekonomik ve sosyal olarak giderek homojenleştiğini gösteriyor.

Doğru olduğunu düşündüğümüz çalışma tarzı her geçen gün daha da gerçek hale gelen bu olgulara dayanıyor. İster işçi sınıfı kökenli olsun, isterse öğrenci kökenli olsun tüm muhaliflerin dışarıdan, bir kurtarıcı kimliğiyle değil de, kendi dertlerine kendi sorunlarına odaklanarak, iş yerlerinde sorunları ortak diğer çalışanlarla kuracakları toplulukların birbirleriyle dayanışmasıyla oluşturulacak bir ağ mekanizmasıyla gerçek bir örgütlenme sağlayabileceğini düşünüyoruz. Madem oradayız, madem hayatımızın en az 3'te biri işyerinde geçiyor, o halde gerçek anlamda “orada var olmamız” gerekiyor. İş yerlerinde işverenlere ve onların vekillerine karşı, çalışanların yanında, çalışanlarla dayanışma ağları kurmalıyız. Richard Sennett'in deyimiyle “cemaatler” yaratma şeklinde örgütlenmemiz gerekiyor.

Yeni yol

Kapitalist düzeni bahane edip, toplumun üretenlerinin bonuslarını yemek üzere kenardaki yerlerine çekilen, solcuların toplaştığı yerlerde var olmaya çalışan türden kişilikleri es geçelim. Ama bugün birçok iş yerinde tekil tekil de olsa muhalifler var. Yaptıklarını düşündüğümüzde fabrika işçilerinden ofis çalışanlarına kadar özellikle genç neslin facebook'ta sol içerikli mesajlar attığını ama iş yerlerinde ya kapitalist hiyerarşinin içinde yer alabilmek için her şeyi yaptıklarını ya da işten ilk atılacaklar gibi zoraki çalıştıklarını gözlemleyebiliriz. Hatta bazen solcu olmak açıkça tembel olmanın kılıfı dahi olabiliyor. Daha bıkkın olan kimileri bu işleri bırakıp “Dikili'ye yerleşmenin”, kimileri bir esnaf ya da köylü olarak hayata devam etmenin hayalinde. Bu ruh halinin değişmesi, bizim kendimizi artık başka bir konuma koymamızla mümkün.

Bir muhalifin, işten kimlerin çıkarılacağına karar veren müdür yardımcısıyla iyi ilişkiler kurmak isteyen bir fabrika işçisi veya kendi müdürüyle Kanyon'da alışverişe çıkmayı tercih eden bir ofis çalışanı veya orta ölçekli bir işletmede genel müdür olamayacağını düşünüyoruz. Bizim, işyerlerinde yavaş da olsa, adım adım da olsa, ilmek ilmek de olsa çevrelerine ilişkiler ağı kuran, bu ağdakilerle dayanışmayı, yardımlaşmayı, birlikte hareket etmeyi ve işverenlere karşı bilinci geliştirmeyi kural haline getiren, kariyerizmi kenara atan, iş yapmayı ve verimli olmayı kariyeristlerin ve yalakaların elinden alan çalışanlar olmamız gerektiğini düşünüyoruz. Bu ağların birbirleriyle birleşmelerinin yeni bir çalışanlar hareketinin başlangıcı olacağını düşünüyoruz. Bu elbette sosyalist bireylere empoze edilecek etik bir tercih olmayacaktır. Bunun kendi çıkarlarını korumanın tek gerçek yolu olduğunu görmelerini sağlamak zorundayız.

Anlattığımız tarzın birçok zorluğu var. Kısaca, başlangıçta dahi olsa bu tür ağlar yöneticilerin işine gelmeyecektir. Onlar çalışanları birbirleriyle rekabette tutmak isteyeceklerdir. Bu onların görevi; bizim görevimizse kişiler arası rekabeti minimuma indirip, tüm çalışanları kazanmaya ve tabii ki iş yerinde üretimin kontrolünü ele geçirmeye çalışmaktır. Büyük işletmeler ağlar kurmak için çok daha elverişlidir. Oysa küçük işletmeleri de, kurmak istediğimiz bu ağlara, bu “cemaat”lere-topluluklara sokmak için yollar bulmamız gerekiyor. Kimi zaman sosyalistlerin dağınık ve marjinal örgütlülüğü, kimi zaman sekter var oluşları bu tür topluluklar kurmaya başlı başına engel gibi görülebilir. Oysa bu iş için irade gösterecek ve iş yerlerinde gerçek anlamda politika yapmaya başlayacak bir sosyalist için, bu tür siyasetler diğer tür siyasetlerden, yani islamcı cemaatlerden, genç işçiler içinde yaygın faşist odaklardan pek farklı olmayacaktır. Nasıl onları bile kazanmak için yollar aramamız gerekiyorsa, bizim tarafımızda olması gereken ama çeşitli nedenlerle bize katılmayan, ağımız içinde yer almak istemeyen diğer sosyalistleri de katmak için yollar aramamız gerekiyor. Günün 8 ila 12 saatini birlikte geçirme, molalarda, işten sonra gerçek ilişkiler kurma ve bu ağlar sayesinde dayanışma, eskimiş köhne siyasal refleksleri yeniden düzene sokmak zorundadır.

Biz hiçbir sendikal tarzın, hiçbir alternatif sendika ya da sendikal bürokrasiye karşı sendikalar arası organizasyon kurmanın, bu tip bir çalışma tarzı yerine geçemeyeceğini düşünüyoruz. Yalnızca düşünmüyoruz, gerçekleşen her olayda, her grevde, her direnişte bunu görüyoruz. Gittiğimiz direnişlerde, bir başka iş yerinden gelmenin, oradan topladığımız birkaç liranın o direnişe nasıl moral kattığını gözlüyoruz. Yalnızca onları “kafalamaya gelen bir iki solcu” olmadığımızın, onlar gibi çalışan olduğumuzun, onlara özendiğimizin ve bizim de kendi iş yerimizde benzer bir yapı kurmak istediğimizin, onlara nasıl moral verdiğini görüyoruz.

Ne türden olursa olsun bir sağcı topluma baktığında yabancı işgalciler, ajanlar ve onlarla iş birliği yapanlarca çürümüş bir toplum görüyorken, bir solcu zaten birçok çelişki tarafından yarılmış bir toplum görüyorsa; biz, ek olarak çelişkinin bizim tarafımızda yer alanlarıyla, yani çalışanlarla, gerçek ve kolektif ilişkiler kurulması gerektiğini düşünüyoruz.

Bizler kendi sınırlı gücümüzle, ufak adımlarımızla bahsettiğimiz bu ağları yaratmaya başladık. Çalıştığımız yerlerde, elimizde oluşturduğumuz reçetemizle; savaşı, barışı, büyüyü, zehri, bazen çıkıntı olmayı, bazen uzlaşmacılığı, kısacası elimizden geldiği ölçüde her yöntemi deniyoruz. İş yerlerinde kolektif çalışan bir topluluğun, bizi ezenlere karşı kolektif karşı çıkışlar yaratabileceğini düşünüyoruz. 

Ağlar yaratmak, yarattığımız ağlarla/topluluklarla/cemaatlerle ilişkiye geçmek ve yaratacağımız bu ilişkiler ağıyla işverenlere ve onların vekillerine karşı taktiklerimizi ve deneyimlerimizi paylaşmak, yeni taktikler üretmek ve giderek daha da sıkı birlikler kurmaya çalışmak için sizlere sesleniyoruz. Sesimize kulak verin. Harekete geçmek için hepinizi buraya-iş yerlerine, çağırıyoruz.

Dazayn

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder